4 Eylül 2014 Perşembe

Uzak Doğu’nun aslan parçası: Singapur

Kısa bir müzik arası verdikten sonra yeni bir ülkeyi keşfetmek için rotamızı gene uzak doğuya çeviriyoruz. Bu sefer Uzak Doğu'nun aslanındayız: Singapur.


Yola çıkmadan önce heyecanlıyım. Singapur her anlamda, barındırdığı hazineleriyle uzun süredir dikkatimi çeken ve bende merak uyandıran bir ülkeydi. Ekvatora çok yakın bir ülke. Sevinçliyim; çünkü henüz Türkiye’ye bahar yeni yeni geliyorken, yazı yaşayan bir ülkeye gideceğim. Valizim şortlar, ince bluzlar, açık ayakkabılarla dolu... Vize istemeyen bu ülkenin ünlü botanik bahçesini, mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerini ve özellikle çeşit çeşit
orkidelerini görmek için can atıyorum.




Uçağımız uzun saatler sonunda bu küçük ülkeye varıyor. Dünyanın en iyi havaalanlarından biri olan Chiangi Havalimanı’nda insanı boğucu bir nem karşılıyor. Pasaport işlemlerinden sonra otele doğru taksiyle giderken ülkeyle tanışmaya başlıyorum. Fonda yemyeşil bir bitki örtüsü, yapış yapış nemli bir hava, modern ve tertemiz caddeler, renkli çiçekler...



Gelmeden önce tabi ki ufak bir araştırmayla nereye geldiğim hakkında bilgilenmiştim. Efsaneye göre Malezyalı bir prens olan Sang Nila Utama, adaya ayak bastığında adada bir aslan görmüş ve şans, bereket, uğur getirmesi için adaya Singa Pura ismini koymuş. “Singa Pura”, Malay dilinde Aslan Şehir anlamına gelmekteymiş. Sonrasında ülkenin o çok bilindik Merlion heykeli ortaya çıkmış. Bir deniz aslanı olan heykel, ülkenin sembolü haline gelmiş.



Peki, biraz daha yakın tarihinde ne oldu, nasıl Singapore oldu diye sorarsak da karşımıza 19. yüzyılda (tabi ki de!?) İngiliz Stamford Raffles çıkıyor. Kendisi İngiltere’nin Asya sömürgelerinden sorumlusu olarak geliyor bu güzelim balıkçı ülkesine, diyor ki burayı güzel bir ticaret limanı şehri yapalım. Alınan izinlerle gelişmeye başlayan liman, ülkeyi de kalkındırarak önemli bir ticaret merkezi haline gelmeye başlıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere Singapur’a gerekli dikkati gösteremeyince Japonlar ülkeyi işgal ediyorlar. Daha sonrasında Japonya da atom bombasıyla karşı karşıya geldiğinde ülkeyi boşluyor ve Singapur tekrar İngiltere’nin himayesine geçiyor. Bir dönem Malezya ile birleşse de bu birleşmeden 2 sene sonra 1965’te bağımsızlığını ilan ediyor. Sonrasında da kısa süre içerisinde çok önemli bir ticaret merkezi ve dünyanın en işlek limanlarından biri oluyor. Tam bir aslan parçası maşallah...


Ülke, uzun dönem İngiltere'nin sömürgesi olarak var olduğu için ülkenin genelinde İngiliz kültürü ve alışkanlıkları oturmuş durumda. Hatta öyle ki, sokakta yerel halktan çok İngiliz ya da Avustralyalı turistler var. Zaten sömürgeci ülkelerin, bağımsızlığını ilan etse de hala o ülke kendisinin himayesindeymiş gibi var olan özgüvenleri yok mu... Ama yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. 
Raffles o kadar da acımasız değilmiş. Zira, köleliği kesinlikle kaldırmış, her farklı grubun yaşayabileceği mahalleler kurmuş. Çin Mahallesi, Arap Mahallesi vs. Genel olarak ülkede bir bütünlük içerisinde korunmuş gruplaşmalar var. Mesela milli dili Malay ama çok aktif bir ticaret ülkesi/limanı olduğundan İngilizce resmi dilmiş gibi bir izlenim bırakıyor. Bunun yanı sıra komşuluktan ve zamanında yaşadığı göçlerden dolayı hatrı sayılır derecede fazla Hintçe ve Çince konuşuluyor. Hepsinin kendi içinde lehçeleri var. Din kavramları da birbirine saygı çerçevesinde oldukça fazla şekilde çeşitliliğini korumuş. Bu çeşitlilik korunduğu için güvenlik seviyesi de en üstte. Güvenle seyahat edebilirsiniz..


Güvenlik demişken, tamamen olmasa da kenarından ilişki bir konu olarak “yasak”lardan bahsetmeden geçemeyiz. Zira Singapur, dünyada şu cümle ile tanınıyor: “Singapore is a fine city”. Yani, Singapur aslında güzelliğinin yanında yasakların şehridir. Ama güvenlik seviyesi çok yüksek olduğundan mıdır nedir yasakladıkları şeyler bizim Orta Doğu ülkelerine göre o kadar masum ki.. 


Örneğin sokakta sakız çiğnemek yasak; cezası 500 Singapur doları. Hatta çiğnemeyi bırakın satması bile yasak! Diğer yasaklardan bazıları: sokağa çöp atmak, tükürmek, yay geçitleri dışında bir yerden karşıdan karşıya geçmek, köprünün altından bisiklet ile geçmek, kırmızı ışıkta geçmek, toplum içinde sarılmak, taksi bekleme noktaları dışında taksi durdurmaya çalışmak, sokakta belirlenmiş alanlar dışında sigara içmek... Durum böyle olunca insan ister istemez yaptığı her hareketi iki kere düşünmek zorunda kalıyor.


Singapur ile ilgili göz çarpan diğer bir nokta ise klima kullanımı. Açık hava dışında TÜM yerlerde klima mevcut ve insanı feci derecede hasta edebilecek kadar yüksek bir kullanım seviyesi var. Tamam, ada küçük ama insan, bu elektrik değirmeninin suyu nereden geliyor diye merak etmiyor değil. Sanki tüm ada bir soğutucunun üzerine oturtulmuş gibi. Dışarıda +40C sıcaklıktan bunalıp kendinizi attığınız herhangi bir kapalı mekanda, araçta maruz kaldığınız sıcaklık – abartısız- neredeyse sıfırın altında. Durum böyle olunca o inanılmaz soğuğu hissedince gözünüze ne kısa şortlar, ne parmak arası terlikler, ne de tril bluzlar hoş gözüküyor. Ekvatorun dibindeki güzelim ülkede kendinizi şömine karşısında battaniye altında içeceğiniz buharı tüten bir çorba hayaline kaptırıyorsunuz J


Çorbadan konu açılmışken Singapur’un mutfağından bahsedecek olursak da gene halkın çeşitliliği gibi ülkenin mutfağında da bir çeşitlilik görmek mümkün. Hem aldığı göçlerden hem de komşu olduğu ülkelerin etkisiyle Çin, Malay, Tayland ve Japon mutfaklarının etkileri çok büyük. Bu yanı sıra Batılı turistler için de İspanyol, İtalyan ve Meksika mutfaklarından yemekleri de bulabileceğiniz restoranlar bir hayli mevcut. Tüm Uzak Doğu ülkelerinde olduğu gibi Singapur'da da sokakta yemek pişirmek ve yemek adeti var. Hijyen konusu tabi ki restoranlara göre tartışılamaz ama diğer Uzak Doğu ülkelerine görece iyi durumda.


                                       


Yemeklere ek olarak Singapur’un öne çıkan diğer bir özelliği de tropik meyvelerden yapılan meyve suları. Daha önce belki de ismini hiç duymadığınız bir sürü tropik meyve var. Pek çok yerde bizdeki dondurmacılar gibi meyve sucular bulmanız mümkün. İstediğiniz sayıda ve çeşitte meyveyi karıştırarak çok değişik meyve suları tatmak mümkün. Hatta ne yalan söyleyeyim, ekvator sıcağıyla en iyi giden şey bu serin ve bazen mayhoş bazen tatlı, özetle tadı piyango olan meyve suları!


Henüz burada paylaşmaya sıra gelmeyen Uzak doğu ülkeleri seyahatlerimi göz önüne aldığımda Singapur uzak doğu kültürü üzerine inşa edilmiş küçük bir Avrupa  ülkesi gibi diyebiliriz (hatta İngiltere alınmazsa, çekinmeden uzak doğu esintili İngiltere gibi de diyebiliriz). Güvenliği, güzelliği ve doğallığı ile Uzak Doğu’da görülmesi tavsiyeye değer bir ülke.


18 Ağustos 2014 Pazartesi

Mini playlist

Klasik müzik CDleri (özellikle toplama olanlar) müzik marketlerde çoğu zaman promosyona maruz kalıp, beyaz sepetlerin içinde keşfedilmeyi, alıcılarını beklerler. Nitekim ilk klasik müzik cdlerim böyle bir durumdayken gözüme çarpmıştı. Yeni aldığım CD çalarlı müzik setime (diğerleri çok pahalı olduğu için) sırf CDm olsun diye normalde alınamayacak bir fiyata sepetten 2 tane CD almıştım; Mozart'ın 3 numaralı Mi Bemol Korno konçertosu ve Beethoven'ın 3. Senfonisi, diğer bir deyişle Eroica. Henüz o zamanlar güzelliğini keşfedemediğim bu CDleri, ders çalışırken, test çözerken dinlemeye çalışırdım ama çoğu zaman bu dakikalar, kısa süre sonra iç daralmasını takiben yerini radyoya bırakırdı.


Klasik müzik kendini bana sevdirene kadar, her dinlediğimde yağmurlu ve kasvetli pazar günlerini anımsatan ve içimi daraltan bir tür oldu. Dinleyenleri çok snob, zorla kendilerini elit hissettirmeye çalışanlar olarak görürdüm. Şu anki halimi göz önüne alınca ne kadar komikmişim o zamanlar diyorum :) Ne zaman ki, hafiften içine girdim, minicik onaltılık bir notanın esere nasıl değişiklik kattığını fark edebilir oldum, klasik eserlerden inanılmaz zevk almaya başladım. Her bir notanın nasıl özenilerek yerleştirildiği, o tüm enstrümanların bütünlüğü, sadece dikkatini verirsen fark edilebilecek nüanslar... Yüzyıllardır aynı eserler icra edilse de hiçbir eserin heyecanın bitmeyişinin nedenini belki de bu ufak ayrıntılar oluşturuyor. 

Ülkemizde malesef klasik müzik dinleyicisi çok küçük bir ivmeyle artıyor. Kimi hiç tanışmamış kimi de bu türe karşı benim ilk zamanlar hissettiğim kasveti hissediyor. Günümüzde zaten bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olan sahnelerin, geliştirilmeyi bırakın kapatılması zaten ülkenin genel algısının nerede olduğunu gösteriyor. Gene de ufak çabalarla belki de her yıl kitle büyüyordur diye umuyorum. Bu şekilde avunmak çok üzücü ama örneğin, CSO’nun yılın önemli günlerinde yaptığı halk konserlerinde kitleyi ufacık bir yerden yakalayabilecek eserleri repertuarlarına almaları bence güzel bir şey. Malum, halkımız hafif el çırpmalı, omuz sallamalı ritmik parçaları sevdiği için çok ağır ve kasvetli eserlerden ziyade o anda odağı dağıtmayacak neşeli, eğlenceli eserlere görece daha fazla yer vermeleri klasik müzik algısını aşılayabilen bir şey. 

Konu müzikten açılmışken bu yazıyı da yazıp sonra coğrafyalar konumuza geri döneceğim. Klasik müziğe aşına olanların bu satırları naçizane bir müzik sohbeti olarak algılamalarını, hiç klasik müziği tatmamış olanların ise bu yazının sonunda belki bir ucundan zevki yakalayabilmesini umuyorum.

Dinlerken kana kana su içiyormuşum gibi hissettiğim 10 eseri burada paylaşmak istedim :) Altlarına da benim yorumlarını en beğendiğim linkleri ekledim. Klasik müzik görsellikten çok işitselliğe hitap ettiği için, videoları izlemeden, cd dinler gibi arka arkaya dinlemek nüansları çok daha iyi fark etmeye yardımcı olacaktır. 


1. Franz Schubert - String Quartet No 14 D minor (Death and the Maiden)

Birkaç sene önce Odtü şenliklerinde izlediğim Ariel Dorfman’ın Death and the Maiden adlı tiyatro oyununda duymuştum ilk defa bu eseri. Etkileyici vurguları, neredeyse hikayeyi kendisi anlatacak notalarıyla muhteşem bir yaylı ziyafeti olan bu cd arşivimde çok kısa süre sonra yer edinmiş oldu. Dört bölümden oluşan eserin hangi bölümünü en çok sevdiğime karar veremedim. En iyisi mi sıradan başlamak...



2. Jorge Cardoso - Milonga

Bu eserle BaroktanLatine vasıtasıyla tanıştım. Konserlerin vazgeçilmez gitar düetlerinden biri olan eser, ünlü gitar sanatçısı Cardoso’nun bestesi. Hüzünlü bir hissi barındırıyor ama saf bir su gibi tınlayan gitar telleriyle en iyi icrayı bestecinin kendisi yapıyor (bence).



3. Dimitri Shostakovich - Waltz no:2

Rus besteci Shostakovich’in dinlediğinizde muhtemelen tanıdık gelecek ünlü valsi, orti’mle konserlerde ve dinleti açılışında defalarca çaldığımız eser. Artık melodisini ezberlesem de her türlü düzenlemesini hala içim mutluluk dolarak dinliyorum. Hem güzel eser, hem de bana özlem dolu anılarımı hatırlatıyor.



4. Ulvi Cemal Erkin - Köçekçe

Türk Beşleri'mizden biri olan Ulvi Cemal Erkin’in 1942 yılında orkestra için yaptığı bu bestesi benim en sevdiğim klasik müzik eseri. Türk ezgisi, havası, batı enstrümanlarına o kadar güzel yansımış ki, her nota sanki ülkenin bir taşı, toprağı. Bu eser, bu ülkede imkan olsa nasıl güzel şeyler çıkacağının bir göstergesi. Çok seviyorum.



5. Bach - Cello suite No:1 in G

Viyolonsel için yazılmış bu eser, barok dönemin en önemli bestecisi olan Bach’a ait. Pek çok başka enstrüman için transpoze edilip icra edilmiş olsa da bence en güzeli doğal hali, viyolonsel için olanı...



6. Tchaikovsky - Valse Sentimentale

Yer yer hüzünlü, duygusal, yer yer kırlarda hoplayıp zıplıyormuşsunuz gibi neşeli bir eser. Çeşitli enstrümanlar için çok farklı düzenlemeleri yapılmış şimdiye kadar, hepsi ayrı yakışmış. Bu eserde flüt-arp düet yapmak isterdim.



7. Antonin Dvorák - Humoresque no 7

Orijinali piyano için bestelenmiş olsa da yaylılara çok yakışan bir melodisi var. 



8. Giuseppe Verdi - La donna è mobile

Verdi'nin Rigoletto operasından olan bu aryanın benim için farklı bir yeri var. Dedemin son zamanlarında en çok söylediği eserdi, o yüzden ne zaman dinlesem aklıma yemek sonrasında hepimiz masadayken gücü elverdiğince bizlere verdiği mini konser gelir.


9. Alessandro Marcello - Oboe Concerto in Re minor

Obua'nın nefesliler arasında özel bir yeri vardır. Tanrının sesi olarak bilinir. E, bundandır ki tüm orkestra akordunu obuaya göre yapar :)

Konçertonun üç bölümü de birbirinden güzel ama benim en sevdiğim ikinci bölüm, Adagio. Sırf bu eser için bile obua çalmak isteyebilir insan..



10. Wolfgang Amadeus Mozart - Flute Concerto in Re majör

En sevdiğim flüt konçertosu.. Şöyle güzel bir orkestrayla en çok bu konçertoyu çalmak isterdim. 




22 Temmuz 2014 Salı

İşin müzik boyutu

Gezi, seyahat, yeni ülkeler, kültürler diye yola çıktık ama hem bahsetmekten çok hoşlandığım hem de ülkeler ve kültürlerle etkileşim içinde olan bir konu daha var: müzik :)


Çevrem bilir ki müzik ile çok yakın bir ilişki içindeydim; geçmiş zaman kullanıyorum çünkü hem zamansızlık hem de biraz küskünlükten şu an sadece dinlemekle yetiniyorum. Ama düşününce gerçekten de en temel besin kaynaklarımdan biri yok olmuş gibi hissediyorum.


Flütle ilk defa orta okulda, annemle gittiğim bir tiyatroda tanıştım. Sahnenin sağında 3 tane müzisyen vardı; flüt, gitar ve diğeri... Ne gittiğim oyunu hatırlıyorum ne de en son müzisyenin ne çaldığını. Sadece karanlıkta sahne ışığı ve parlayan gümüş bir flüt görüyorum ve hatırlıyorum. Hem sesi hem görüntüsü o kadar büyülemişti ki sonrasında annemle babamın günlerce başının etini yemiştim. O gördüğüm parlak flüdü hayal ederek orta okul günlerimi süsleyen mavi yamaha blok flüdümle her akşam Çanakkale Türküsü’nü çalardım. Neden Çanakkale Türküsü? Onu da bilmiyorum. Çalarken insanı “hislendiren” notaları olduğu için belki de.


Günler süren türkü eziyetim ve yan flüt ısrarım neticesinde canım babam flüt hocası araştırmasına girmiş. Bir gün annem, babam ve ben, babamın bulduğu hocanın evine görüşmeye gittik. Gene yanımda mavi yamaha blok flüdüm vardı... Görüşmeye gittiğimiz hoca, Ankara’nın ünlü konservatuarındanmış, biraz daha aklım erince öğrenmiştim. O gün, o anlar, piyanosuna kadar tüm salonunun
 ve hocanın bütün ayrıntıları şu an hala aklımda. Kulağım, müzik bilgim, fiziksel yapım kontrol edildikten sonra yanımda getirdiğim mavi blok flüdümle gene Çanakkale Türküsü’nü çaldığımı hatırlıyorum. Görüşme sonucunda ne oldu derseniz; eğitimci kimlikten çok, sadece ama sadece para odaklı bir yaklaşım gördüğümüz için o gün o eve götürdüğüm masum müzik sevgimi büyütemeden o salonda bırakmış oldum.


Müzik, istek ve yetenekle bir yerlere geliyor ama günümüzde bazı aileler sınav ya da dersane parası derdi yok diye evlatlarını belki de ileride nefret edeceğini düşünmeden askeri okula yazdırır gibi konservatuarlara yazdırıyorlar. O yaşta, belki de o mavi yamaha blok flüt ona hayat boyu yetecekken müziğe daha ısınmadan notadan soğuyorlar. Bu madalyonun bir yüzü. Bir diğer yüzü de eğitimci tarafı. Bu noktada da benim gözümde eğitimciler üçe ayrılıyor; müthiş bir ego seviyesiyle amatör müzisyeni kale almayan, sadece konservatuar mezunları müzik yapabilir düşüncesindekiler; aslında yaptığının müziği öğretmek, bilgilerini aktarmak olduğunu bilmeden öğrencilerini para kazandıran bir robot gibi görenler; ve sonuncusu da hem iyi müzisyen olup hem de birikimlerini gerçekten aktarmak, öğretmek isteyen eğitimciler.


Sektörün keskin ucunu gördüğümüz o günden sonra benim başlayamayan amatör yan flüt hayatım bitmiş oldu. Daha doğrusu o zamanlar ben de bilmiyordum, bitmemiş, sadece o anda dondurulmuş. O zamanların popüler sınavı Anadolu Lisesi sınavı yüzünden dershane-okul gitgeli arasında uygun zaman olmadığından haftada bir gördüğümüz müzik dersinde mavi flüdümle minik eserlere çalışarak ve akşamları evde Çanakkale Türküsü’nde uzmanlaşarak müzik kariyerime bir süre daha bu şekilde devam ettim :)


Sonra sınavlar birbirini takip etti, aylar, yıllar geçti; girdik Odtü’ye. Ne olduysa benim flüt aşkı gene bir depreşti. Daha elimde yan flüt yokken hevesle metodlara baktığımı hatırlıyorum. Sonra da 300tl paramı cebime koyup 
babamla birlikte Kızılay’da bir pasajdan dükkan sahibinin de yönlendirmesiyle markasız bir Çin flüdü aldık. Kutusuyla birlikte Kızılay’dan eve gelişimizi hatırlıyorum.. Dünyanın en mutlu insanı gibi kalabalıkları yarıyor, o düzensiz Kızılay karmaşasında evrenin en kıymetli şeyine sahip kişiymişim gibi yürüyordum :)


Ve yan flütle tatlı tanışıklığımız bu şekilde başlamış oldu. 


Yazıldığım ilk kursta Zeynep Hoca ile tanıştım, beni çok kısa sürede çok iyi yönlendirerek gerçekten iyi bir seviyeye getirdi. Sonra derslere okulda devam ettim; Hande Hoca’yla tanıştım, yaklaşık 1-2 dönem ondan ders aldım ve sonra Aycan Hoca’nın derslerine girmeye başladım. Mezun olana kadar da haftada bir, belki de maksimum 20 dakika süren derslerde Aycan Hoca’nın birikimlerinden yararlanmaya çalıştım. Hepsine, bana aktardıkları ve müzisyen kimliğimi geliştirdikleri için her zaman çok büyük bir teşekkür borçluyum.



Ama en çok teşekkürü hak eden başka bir hocam var ki; ne desem, ne yazsam az gelir.


Üniversite 2. sınıftayken Hande Hoca’nın, telefon numarasının yazdığı kağıdı uzatarak “Müzik gruplarına flütçü arıyorlarmış, katılmak istersen numarasını vereyim” dediği gün ile resmi olmayan BaroktanLatine günlerim başlamış oldu... Beni Ankara dışı şehirlerde, üniversitelerde, canlı yayınlarda verilecek konserlerle, tur otobüsleriyle kandırarak hem kendi odam dışında bir yerde müzik yapabileceğim hem de çok güzel dostluklarımın oluşacağı bir ortama kabul eden Suat Hoca’ya sonsuz sevgi ve teşekkürlerimi sunuyorum :) Hem iyi bir müzisyen, hem kaliteli (ve benim sınıflandırmama göre 3. kategoriye giren) eğitimci kimliğiyle hem de mükemmel sade vatandaş kişiliğiyle hayatımda olduğu için kendimi gerçekten çok mutlu ve şanslı hissediyorum. Her denememde, her teşebbüsümde yanımda ve daha çok da arkamda olduğu için hayatımdaki yeri bambaşka :)











Küçük yaşta başlayan yan flüt sevgimin, müziğin daha derinine inince tutkuya dönüştüğünü söylesem sanırım yanlış olmaz. Yoğun çalışma tempoları, müziğe ve yan flüde derin bir ilgi ve koşulsuz bağlılık neticesinde hayaller listeme yeni yeni maddeler eklenmiş oldu. Ama kah maddi, kah manevi elverişsizlikler sonucunda, bazen yaş yüzünden, bazen eğitim eksikliğinden bu maddeler hedefler listeme geçmeye hak kazanamadı. Ama inanıyorum ki paralel evrenlerin birinde flüdüyle sahnede parlayan çok başarılı bir flütçü var, adı Özge... Ne zaman ki bunu düşünsem, içimde ufak bir şeyler cız ediyor ve artık flütten biraz daha uzaklaştırıyor. Hayallerim, belki yaşayacağım başka bir hayata kaldı ama bu yolda çok güzel dostluklar tadıp, hep mutlulukla, özlemle hatırlayacağım hatıralar biriktirdim. Gene de müzikle yaşamaya devam...



 

11 Temmuz 2014 Cuma

Dört mevsimlik cennet: Abant

Ne zaman hayat dört bir yandan darlamaya başlasa huzur bulduğum, kendimi yenilediğim tatilleri düşünürüm. İşten, güçten, yoğunluktan unuttuğum dinlenceyi, sükuneti tekrar hatırlarım, ufacık da olsa hayata tekrar sarılırım. Bu sefer herkesin 1-2 günlüğüne sonsuz huzur bulabileceği ve çok büyük imkan gerektirmeyen bir duraktan bahsetmek istedim. O yüzden bu yazıda rotamızı yurt dışından yurt içindeki güzel noktalardan birine yöneltiyoruz: Abant.


Uzun süreli koşuşturmaların ardından Mayıs başındaki kısa tatilimizde şöyle sakin, sessiz, huzurlu ve kafa dinlemeli bir yere gitmek istedik. İstanbul'a ve Ankara’ya neredeyse eşit uzaklığıyla Abant için dört mevsimlik bir cennet desek herhalde yanlış olmaz. Çok duydum ama ilk defa bu sene gidebildim ve bundan sonra da hem yakınlığı hem de dinlendirici atmosferiyle vazgeçilmez duraklarımızdan biri olacak gibi gözüküyor.


Abant gölü çevresinde kalınacak yerler tabi ki mevcut ama biz vakit olarak çok geç kaldığımız için doluluk çok fazlaydı ve kalan yerler de aşırı pahalılaşmıştı. Biz de alternatif olarak yakın bölgelerdeki yerlere baktık. Bu vesileyle Fenerbahçe Topuk Yaylası Tesisleri ile tanışmış olduk. Hem internetteki resimleri hem de aldığı olumlu yorumlar ile bizim de karar verme sürecimizi kısaltmış oldu. 3 günlük tatilimiz için bu tesisi seçtik.


Abant’a 28 km uzaklıktaki tesis, Abant’tan arabayla yaklaşık yarım saat sürüyor. Hem Fenerbahçe’nin hem de diğer misafir takımların çalışma yaptığı bir tesis olduğu ve İstanbul’dan haftasonu gelen misafiri bol olduğu için Abant’ı geçer geçmez yoldaki işaret tabelaları başlıyor. Bulamamanız imkansız..


Kocaman Fenerbahçe Topuk Yaylası Tesisleri tabelasını gördüğünüzde sizi dik bir yokuş karşılıyor. Bol dönemeçli ağaçlarla çevrili dağ yolunu takip ediyorsunuz. Bazen yokuş yukarı bazen yokuş aşağı. Biz ilkbaharda gittiğimiz için sadece yağmurlu durumla karşılaştık ama kışın gidenler için bu yol kayganlık açısından biraz daha dikkat gerektirebilir. Yolda eski evleri olan, bol yeşillikli bir köyün içinden geçiyorsunuz. Her yer ağaç olduğu için geldik mi, nereye gidiyoruz, bu yolun sonu neresidir gibi bir his oluşsa da bir süre sonra dümdüz bir göletle birlikte tertemiz tesis karşınıza çıkıveriyor. Dağların, ağaçların ve sessizliğin ortasında durgun, dümdüz bir gölet; yanında çeşitli spor dallarına hitap eden kocaman çim sahalar, arkasında da doğal ahşap malzemeden yapılmış büyük bir tesis. Odalar temiz; zaten her daim ya çalışmaya gelen takımlar ya da grup olarak haftasonunu değerlendirmeye gelen (özellikle) İstanbullular olduğu için temizlik ve düzen sürekli korunuyor, öyle belli bir sezon söz konusu değil anladığımız kadarıyla. Yarım pansiyon uygulaması var; yemekleri çok çeşitli ve gerçekten güzel.




Her gün spor yapmak istiyorum gibi bir düşünce içerisinde değilseniz 1 hafta kalınacak bir yer değil - 2 günden sonra insanoğlu sıkılabilir. Ama haftasonu için ya da 1-2 günlük dinlenme amaçlı seyahatler için gerçekten tavsiye edilesi bir yer. Göl kenarında hafif yürüyüşler ya da bahçede tavlayla çay keyfi yapabilir, dağ havasıyla sadece 1-2 günde yenilenebilirsiniz.






E bu kadar gelmişken, üç günlük tatilimizin bir gününü de Abant’a ayırmamak olmazdı. Sabah kahvaltısından sonra yarım saatlik bir araba yolculuğunun ardından Abant Gölü Tabiat Parkı’na ulaştık. Dağların arasında oluşmuş kocaman, sakin bir göl; etrafında huzurlu ağaçlar, sessizlik...






Ufak bir araştırmayla bu park hakkında biraz daha ayrıntılı bilgiye ulaşıyorum. Gölün büyüklüğü 127 hektar. Kendine özgü bir ekosistemi var. Gölün etrafında bol bol karaçam, meşe, köknar, kayın, gürgen ve ardıç ağaçları ile zengin bir bitki örtüsü mevcut. Buranın fındık faresi yöreye özel. Ayrıca gölde görülen alabalık da literatüre ayrı bir tür olarak girmiş; Salmo trutta fario var abaticus. Okuduğum kadarıyla alabalık tutmaya yılın belli zamanlarında belli bir ücret karşılığında izin veriliyor. Onun dışında spor amaçlı olarak balık tutabilirsiniz.



Gölün çevresi 7km uzunluğunda. İsterseniz yürüyüş yapın, isterseniz bisikletle ya da faytonla gezin, ama mutlaka şöyle bir tam tur yapın. Yürürken yorulursanız turunuza at üstünde devam edebilir, değişik bir tecrübe yaşayabilirsiniz :)





Göl ve etrafı sizi tüm gün ağırlayacak kadar çok seçeneğe sahip. Biz biraz yağmurlu bir mevsimde gittiğimiz için sadece bir yürüyüşle göl kenarındaki bir restoranda göle karşı yemek yeme aktivitesi yapabildik. Bunun dışında piknik için çok güzel bir ortam var. Şöyle güneşli, ılık bir hava olsaydı da kalabalık arkadaş grubuyla gelip şurda tüm gün yayılıp piknik yapsaydık diye içimizden geçirmedik değil...

 

Kesinlikle (naçizane) tavsiye ediyorum efem. Mevsim ne olursa olsun, atlayın arabanıza şöyle 1-2 gün şehrin gürültüsünden ve stresinden uzak, huzurla ve doğa sessizliğiyle şarj olun derim.

  

22 Haziran 2014 Pazar

5 öneriyle Floransa'nın 'tad'ını çıkarın

Floransa’da geçirdiğim günleri düşündükçe aklıma bu şehri nedenini bilmediğim şekilde çok sevdiğim, güzel yemekler, güzel mekanlar, huzur, mutluluk geliyor. Sayıyı beşe indirmek bu sefer gerçekten de çok zor oldu ama bu beş maddecik şehre kısa zaman ayırabilecekler için maksimumda verimli olacaktır diye düşünüyorum.


1. Akşam yemeğinde Floransa usulü biftek (bistecca fiorentina) deneyin


Floransa mutfağının ünlü yemeği olan Floransa usulü biftek bu şehre geldiğinizde kesinlikle tatmanız gereken bir lezzet. Yeni bir şehre gittiğimde gezip görmeyi, yerel lezzetleri tatmaktan daha çok merak ederim. Ama ne zaman ki bir lezzet çok meşhursa o zaman da denemeden geçmemek gerek.


Floransa usulü biftek, aslen
Chianina sığır etinden yapılır. Adını Toskana bölgesindeki Chiana vadisinden alan yaklaşık 2000 yıllık geçmişe sahip bu sığır türünün eti yumuşak ve yağsızdır. Yaklaşık iki parmak kalınlığındaki et, kömür ateşinde pişer ve sade yenilebildiği gibi yanında sote ıspanak, haşlanmış patates ya da fasulye ile de çok hoş bir lezzete sahip olabilir.


Bu kadar üne sahip olmasının altında yatan temel sebep tabi ki etin kalitesi ve pişirme püf noktalarıdır. Et, kömür ateşinde pişer, öncesinde asla tuzlanmaz ya da baharatlandırılmaz; sade olarak "az pişmiş" ya da "orta karar pişmiş" olarak hazırlanır. Eti "well done" sevenler için ya sonu mutlak lezzetle biten bir macera ya da keşkelerle hatırlanacak kaçmış bir lezzet olacaktır. Tercih sizin!


Bazı restoranlar kilo ile servis yapsa da çoğu yerde porsiyon olarak da sipariş verebilirsiniz. Masanıza gelirken tuz ve çok az taze öğütülmüş kara biber eklenip, birkaç damla da sızma zeytinyağı dökülerek son eklemeleri yapılır.




2. Güneşi Toskana'nın nefis şarapları eşliğinde batırın


Toskana bölgesi toprağıyla, taşıyla, güneşiyle o kadar verimli bir yer ki, şarabı, peyniri, ekmeği her şeyi katkısızca lezzetli. Ama en popüleri de tabi ki şarap.


Chianti şarabı, adını tahmin edileceği üzere Toskana'nın merkez bölgesi Chianti'den alır. Sangiovese üzümlerinden yapılan bu şarap yıllanma süresi ve içerdiği alkol oranına göre sınıflandırılır. Herhangi bir restorana gittiğinizde bizimkilerin pet şişede su getirmesi gibi günün saati ne olursa olsun masanıza porselen, küçük bir sürahide ev yapımı şarap gelir. Ama tavsiyem bununla kalmayıp özellikle "wine bar" olarak tanımlanan yıllanmış, ünlü ve özellikli şarapların sunulduğu barlarda şarap tadımı yapmanız. Seçeceğiniz menüye göre size 3 veya 6 tane farklı şarap geliyor. Kimisi tatlı, kimisi kokulu, kimisi çok sert ve hepsi de Toskana'da yetişen üzümlerle üretilmiş. Her şarabı tatmadan önce eğitimli garson size o şarabın yıllanma süresi, yetiştirildiği yer, nasıl tadılacağı ve ayırt edici diğer özellikleri hakkında bilgi veriyor. Ve tabi ki yanında da enfes şarap mezeleri geliyor; Toskana'da üretilen peynir çeşitleri, ev yapımı reçelle karamelize edilmiş soğan, balla kavrulmuş ceviz...


Maalesef ülkemizde şarap çoğu zaman bira gibi ayakta ve hızlı içilen bir içki olarak tüketilmekte. Ama sanırım biraz daha fazla saygıyı hak ediyor. En azından bir sofrayı, bir kaç mezeyi ve yavaş yavaş, tadına varılarak içilmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Biraz ayrıştırıcı şekilde tatmayı öğrendiğiniz ve kendi şarap seçimlerinizi oluşturabildiğiniz zaman bence dünyanın en keyif veren içkilerinden biri.




Biz bu aktivite için tam olarak Pitti Sarayı'nın karşısında bulunan bir wine bar'a oturmuştuk: Enoteca Pitti Gola e Cantina


Dostoevskij'nin Budala (L'idiota) romanını bitirdiği binanın hemen yanında :) Şaraplar, sunum, servis, garsonların misafirperverliği çok hoş. Tavsiyedir.






3. Akşamüzeri pikniğinizi huzurun adresi Boboli Bahçeleri'nde yapın


Boboli Bahçeleri'ni ne kadar anlatsam, sayfalar da yazsam bitiremem sanırım. Sayısız heykel, sanat eseri, tarih vs.. Ama sanırım karşılaştığım en güzel şey tüm karmaşadan uzak mutlak bir sessizlik ve huzur. Tavsiyem sandviçinizi, bardak termosta çay ya da şarabınızı alıp bu güzel ve kocaman bahçeyi gezdikten sonra günü yeşillerin ortasında minik bir piknikle sonlandırmak olacaktır. Eğer bir daha gitme fırsatım olursa sırt çantamı doldurup tüm bir günümü Boboli Bahçeleri'nde geçirmeye hazırım!


4. Günün en sakin zamanında Ponte Vecchio'nun tadını çıkarın


Şehrin sembollerinden olan bu eski köprünün güzelliği malum.. Her daim bir turist akını mevcut, kalabalık daimi sanki. En iyisi şöyle sakinleyen bir saatte köprü girişindeki Caffe Pontevecchio dondurmacısından enfes bir dondurma alıp köprüyü ağır ağır geçmek, belki ortada durup nehre vuran ışıklarla birlikte bir fotoğraf çektirmek...




5. Kızıl çatıları gören bir terasta keyif kahvesi için


Son öneri Doğukan'dan geliyor. Kendisinin en sevdiği anlardan biri olduğu için tavsiye edilmeye değer bulduğunu belirtti :)


Otelimizin (Hotel Pitti Palace al Ponte Vecchio) kahvaltı salonu en üst katta, terasta olduğu için her sabah şehrin güzel çatı manzarasına nazır bir şekilde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı dediğim tabi ki de Avrupa tarzında.. Bol kruvasanlı ve kahveli. Kahvaltı sonrası keyif kahvemizi de Duomo'nun kubbesine karşı içtik.


Muhtemelen kalacağınız otelin kahvaltı salonu da binanın en üst katında, terasında ya da en azından şehrin çatılarını görebilecek bir katta olacaktır. Eğer böyle bir imkan yoksa da erkenden kalkıp Michelangelo Meydanı’na (Piazza Michelangelo) gidip, kahvaltıyı şehre karşı yapabilirsiniz. Bu güzel manzaraya karşı bizim yerimize de bir bardak kahve içmeyi unutmayın!



 


Yazıyı bitirdikten sonra fark ettim ki ilk paragrafta kurduğum cümleden ne kadar da tezat bir şekilde ilerlemişim... Hem ben yemem, gezerim deyip hem de 5 maddenin hepsinde de yiyecek bir şeylerden bahsetmiş olmam değişik ve komik olmuş :) Ama sanıyorum ne yaparsanız yapın bu  şehrin “tadına” varırken fonda mutlaka bir yiyecek, içecek oluyor...