Özge'nin Penceresi
4 Eylül 2014 Perşembe
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Mini playlist
Klasik müzik CDleri (özellikle toplama olanlar) müzik marketlerde çoğu zaman promosyona maruz kalıp, beyaz sepetlerin içinde keşfedilmeyi, alıcılarını beklerler. Nitekim ilk klasik müzik cdlerim böyle bir durumdayken gözüme çarpmıştı. Yeni aldığım CD çalarlı müzik setime (diğerleri çok pahalı olduğu için) sırf CDm olsun diye normalde alınamayacak bir fiyata sepetten 2 tane CD almıştım; Mozart'ın 3 numaralı Mi Bemol Korno konçertosu ve Beethoven'ın 3. Senfonisi, diğer bir deyişle Eroica. Henüz o zamanlar güzelliğini keşfedemediğim bu CDleri, ders çalışırken, test çözerken dinlemeye çalışırdım ama çoğu zaman bu dakikalar, kısa süre sonra iç daralmasını takiben yerini radyoya bırakırdı.
Klasik müzik kendini bana sevdirene kadar, her dinlediğimde yağmurlu ve kasvetli pazar günlerini anımsatan ve içimi daraltan bir tür oldu. Dinleyenleri çok snob, zorla kendilerini elit hissettirmeye çalışanlar olarak görürdüm. Şu anki halimi göz önüne alınca ne kadar komikmişim o zamanlar diyorum :) Ne zaman ki, hafiften içine girdim, minicik onaltılık bir notanın esere nasıl değişiklik kattığını fark edebilir oldum, klasik eserlerden inanılmaz zevk almaya başladım. Her bir notanın nasıl özenilerek yerleştirildiği, o tüm enstrümanların bütünlüğü, sadece dikkatini verirsen fark edilebilecek nüanslar... Yüzyıllardır aynı eserler icra edilse de hiçbir eserin heyecanın bitmeyişinin nedenini belki de bu ufak ayrıntılar oluşturuyor.
Ülkemizde malesef klasik müzik dinleyicisi çok küçük bir ivmeyle artıyor. Kimi hiç tanışmamış kimi de bu türe karşı benim ilk zamanlar hissettiğim kasveti hissediyor. Günümüzde zaten bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olan sahnelerin, geliştirilmeyi bırakın kapatılması zaten ülkenin genel algısının nerede olduğunu gösteriyor. Gene de ufak çabalarla belki de her yıl kitle büyüyordur diye umuyorum. Bu şekilde avunmak çok üzücü ama örneğin, CSO’nun yılın önemli günlerinde yaptığı halk konserlerinde kitleyi ufacık bir yerden yakalayabilecek eserleri repertuarlarına almaları bence güzel bir şey. Malum, halkımız hafif el çırpmalı, omuz sallamalı ritmik parçaları sevdiği için çok ağır ve kasvetli eserlerden ziyade o anda odağı dağıtmayacak neşeli, eğlenceli eserlere görece daha fazla yer vermeleri klasik müzik algısını aşılayabilen bir şey.
Konu müzikten açılmışken bu yazıyı da yazıp sonra coğrafyalar konumuza geri döneceğim. Klasik müziğe aşına olanların bu satırları naçizane bir müzik sohbeti olarak algılamalarını, hiç klasik müziği tatmamış olanların ise bu yazının sonunda belki bir ucundan zevki yakalayabilmesini umuyorum.
Dinlerken kana kana su içiyormuşum gibi hissettiğim 10 eseri burada paylaşmak istedim :) Altlarına da benim yorumlarını en beğendiğim linkleri ekledim. Klasik müzik görsellikten çok işitselliğe hitap ettiği için, videoları izlemeden, cd dinler gibi arka arkaya dinlemek nüansları çok daha iyi fark etmeye yardımcı olacaktır.
1. Franz Schubert - String Quartet No 14 D minor (Death and the Maiden)
Birkaç sene önce Odtü şenliklerinde izlediğim Ariel Dorfman’ın Death and the Maiden adlı tiyatro oyununda duymuştum ilk defa bu eseri. Etkileyici vurguları, neredeyse hikayeyi kendisi anlatacak notalarıyla muhteşem bir yaylı ziyafeti olan bu cd arşivimde çok kısa süre sonra yer edinmiş oldu. Dört bölümden oluşan eserin hangi bölümünü en çok sevdiğime karar veremedim. En iyisi mi sıradan başlamak...
2. Jorge Cardoso - Milonga
Bu eserle BaroktanLatine vasıtasıyla tanıştım. Konserlerin vazgeçilmez gitar düetlerinden biri olan eser, ünlü gitar sanatçısı Cardoso’nun bestesi. Hüzünlü bir hissi barındırıyor ama saf bir su gibi tınlayan gitar telleriyle en iyi icrayı bestecinin kendisi yapıyor (bence).
3. Dimitri Shostakovich - Waltz no:2
Rus besteci Shostakovich’in dinlediğinizde muhtemelen tanıdık gelecek ünlü valsi, orti’mle konserlerde ve dinleti açılışında defalarca çaldığımız eser. Artık melodisini ezberlesem de her türlü düzenlemesini hala içim mutluluk dolarak dinliyorum. Hem güzel eser, hem de bana özlem dolu anılarımı hatırlatıyor.
4. Ulvi Cemal Erkin - Köçekçe
Türk Beşleri'mizden biri olan Ulvi Cemal Erkin’in 1942 yılında orkestra için yaptığı bu bestesi benim en sevdiğim klasik müzik eseri. Türk ezgisi, havası, batı enstrümanlarına o kadar güzel yansımış ki, her nota sanki ülkenin bir taşı, toprağı. Bu eser, bu ülkede imkan olsa nasıl güzel şeyler çıkacağının bir göstergesi. Çok seviyorum.
5. Bach - Cello suite No:1 in G
Viyolonsel için yazılmış bu eser, barok dönemin en önemli bestecisi olan Bach’a ait. Pek çok başka enstrüman için transpoze edilip icra edilmiş olsa da bence en güzeli doğal hali, viyolonsel için olanı...
6. Tchaikovsky - Valse Sentimentale
Yer yer hüzünlü, duygusal, yer yer kırlarda hoplayıp zıplıyormuşsunuz gibi neşeli bir eser. Çeşitli enstrümanlar için çok farklı düzenlemeleri yapılmış şimdiye kadar, hepsi ayrı yakışmış. Bu eserde flüt-arp düet yapmak isterdim.
7. Antonin Dvorák - Humoresque no 7
Orijinali piyano için bestelenmiş olsa da yaylılara çok yakışan bir melodisi var.
8. Giuseppe Verdi - La donna è mobile
Verdi'nin Rigoletto operasından olan bu aryanın benim için farklı bir yeri var. Dedemin son zamanlarında en çok söylediği eserdi, o yüzden ne zaman dinlesem aklıma yemek sonrasında hepimiz masadayken gücü elverdiğince bizlere verdiği mini konser gelir.
9. Alessandro Marcello - Oboe Concerto in Re minor
Obua'nın nefesliler arasında özel bir yeri vardır. Tanrının sesi olarak bilinir. E, bundandır ki tüm orkestra akordunu obuaya göre yapar :)
Konçertonun üç bölümü de birbirinden güzel ama benim en sevdiğim ikinci bölüm, Adagio. Sırf bu eser için bile obua çalmak isteyebilir insan..
10. Wolfgang Amadeus Mozart - Flute Concerto in Re majör
En sevdiğim flüt konçertosu.. Şöyle güzel bir orkestrayla en çok bu konçertoyu çalmak isterdim.
22 Temmuz 2014 Salı
İşin müzik boyutu
Gezi, seyahat, yeni ülkeler, kültürler diye yola çıktık ama hem bahsetmekten çok hoşlandığım hem de ülkeler ve kültürlerle etkileşim içinde olan bir konu daha var: müzik :)
Çevrem bilir ki müzik ile çok
yakın bir ilişki içindeydim; geçmiş zaman kullanıyorum çünkü hem zamansızlık
hem de biraz küskünlükten şu an sadece dinlemekle yetiniyorum. Ama düşününce
gerçekten de en temel besin
kaynaklarımdan biri yok olmuş gibi hissediyorum.
Flütle ilk defa orta okulda, annemle gittiğim bir tiyatroda tanıştım. Sahnenin sağında 3 tane müzisyen
vardı; flüt, gitar ve diğeri... Ne gittiğim oyunu hatırlıyorum ne de en son müzisyenin ne çaldığını. Sadece karanlıkta sahne ışığı ve parlayan gümüş bir
flüt görüyorum ve hatırlıyorum. Hem sesi hem görüntüsü o kadar büyülemişti ki sonrasında annemle babamın
günlerce başının etini yemiştim. O gördüğüm parlak flüdü hayal
ederek orta okul günlerimi süsleyen mavi yamaha blok flüdümle her akşam
Çanakkale Türküsü’nü çalardım. Neden Çanakkale Türküsü? Onu da bilmiyorum.
Çalarken insanı “hislendiren” notaları olduğu için belki de.
Günler süren türkü eziyetim ve
yan flüt ısrarım neticesinde canım babam flüt hocası araştırmasına girmiş. Bir
gün annem, babam ve ben, babamın bulduğu hocanın evine görüşmeye gittik. Gene yanımda mavi
yamaha blok flüdüm vardı... Görüşmeye gittiğimiz hoca, Ankara’nın ünlü
konservatuarındanmış, biraz daha aklım erince öğrenmiştim. O gün, o anlar, piyanosuna kadar tüm
salonunun ve hocanın bütün ayrıntıları şu an hala aklımda. Kulağım, müzik bilgim, fiziksel
yapım kontrol edildikten sonra yanımda getirdiğim mavi blok flüdümle gene
Çanakkale Türküsü’nü çaldığımı hatırlıyorum. Görüşme sonucunda ne oldu
derseniz; eğitimci kimlikten çok, sadece ama sadece para odaklı bir yaklaşım
gördüğümüz için o gün o eve götürdüğüm masum müzik sevgimi büyütemeden o
salonda bırakmış oldum.
Müzik, istek ve yetenekle bir
yerlere geliyor ama günümüzde bazı aileler sınav ya da dersane parası derdi yok
diye evlatlarını belki de ileride nefret edeceğini düşünmeden askeri okula
yazdırır gibi konservatuarlara yazdırıyorlar. O yaşta, belki de o mavi yamaha
blok flüt ona hayat boyu yetecekken müziğe daha ısınmadan notadan soğuyorlar.
Bu madalyonun bir yüzü. Bir diğer yüzü de eğitimci tarafı. Bu noktada da benim
gözümde eğitimciler üçe ayrılıyor; müthiş bir ego seviyesiyle amatör müzisyeni kale
almayan, sadece konservatuar mezunları müzik yapabilir düşüncesindekiler;
aslında yaptığının müziği öğretmek, bilgilerini aktarmak olduğunu bilmeden
öğrencilerini para kazandıran bir robot gibi görenler; ve sonuncusu da hem iyi
müzisyen olup hem de birikimlerini gerçekten aktarmak, öğretmek isteyen
eğitimciler.
Sektörün keskin ucunu gördüğümüz
o günden sonra benim başlayamayan amatör yan flüt hayatım bitmiş oldu. Daha
doğrusu o zamanlar ben de bilmiyordum, bitmemiş, sadece o anda dondurulmuş.
O zamanların popüler sınavı Anadolu Lisesi sınavı yüzünden dershane-okul gitgeli
arasında uygun zaman olmadığından haftada bir gördüğümüz müzik dersinde mavi
flüdümle minik eserlere çalışarak ve akşamları evde Çanakkale Türküsü’nde
uzmanlaşarak müzik kariyerime bir süre daha bu şekilde devam ettim :)
Sonra sınavlar birbirini takip
etti, aylar, yıllar geçti; girdik Odtü’ye. Ne olduysa benim flüt aşkı gene bir depreşti. Daha elimde
yan flüt yokken hevesle metodlara baktığımı hatırlıyorum. Sonra da 300tl paramı cebime koyup babamla birlikte Kızılay’da bir pasajdan dükkan sahibinin de
yönlendirmesiyle markasız bir Çin flüdü aldık. Kutusuyla birlikte Kızılay’dan
eve gelişimizi hatırlıyorum.. Dünyanın en mutlu insanı gibi kalabalıkları
yarıyor, o düzensiz Kızılay karmaşasında evrenin en kıymetli şeyine sahip kişiymişim
gibi yürüyordum :)
Ve yan flütle tatlı tanışıklığımız
bu şekilde başlamış oldu.
Yazıldığım ilk kursta Zeynep Hoca
ile tanıştım, beni çok kısa sürede çok iyi yönlendirerek gerçekten iyi bir
seviyeye getirdi. Sonra derslere okulda devam ettim; Hande Hoca’yla tanıştım,
yaklaşık 1-2 dönem ondan ders aldım ve sonra Aycan Hoca’nın derslerine girmeye
başladım. Mezun olana kadar da haftada bir, belki de maksimum 20 dakika süren
derslerde Aycan Hoca’nın birikimlerinden yararlanmaya çalıştım. Hepsine, bana
aktardıkları ve müzisyen kimliğimi geliştirdikleri için her zaman çok
büyük bir teşekkür borçluyum.
Ama en çok teşekkürü hak eden
başka bir hocam var ki; ne desem, ne yazsam az gelir.
Üniversite 2. sınıftayken Hande
Hoca’nın, telefon numarasının yazdığı kağıdı uzatarak “Müzik gruplarına flütçü
arıyorlarmış, katılmak istersen numarasını vereyim” dediği gün ile resmi
olmayan BaroktanLatine günlerim başlamış oldu... Beni Ankara dışı şehirlerde,
üniversitelerde, canlı yayınlarda verilecek konserlerle, tur otobüsleriyle
kandırarak hem kendi odam dışında bir yerde müzik yapabileceğim hem de çok
güzel dostluklarımın oluşacağı bir ortama kabul eden Suat Hoca’ya sonsuz sevgi
ve teşekkürlerimi sunuyorum :) Hem iyi bir müzisyen, hem kaliteli (ve benim sınıflandırmama göre 3. kategoriye
giren) eğitimci kimliğiyle hem de mükemmel sade vatandaş kişiliğiyle hayatımda
olduğu için kendimi gerçekten çok mutlu ve şanslı hissediyorum. Her denememde,
her teşebbüsümde yanımda ve daha çok da arkamda olduğu için hayatımdaki yeri
bambaşka :)
Küçük yaşta başlayan yan flüt
sevgimin, müziğin daha derinine inince tutkuya dönüştüğünü söylesem sanırım yanlış
olmaz. Yoğun çalışma tempoları, müziğe ve yan flüde derin bir ilgi ve koşulsuz
bağlılık neticesinde hayaller listeme yeni yeni maddeler eklenmiş oldu. Ama kah maddi, kah manevi elverişsizlikler sonucunda, bazen yaş yüzünden, bazen eğitim eksikliğinden bu maddeler hedefler
listeme geçmeye hak kazanamadı. Ama inanıyorum ki paralel evrenlerin birinde flüdüyle
sahnede parlayan çok başarılı bir flütçü var, adı Özge... Ne zaman ki bunu
düşünsem, içimde ufak bir şeyler cız ediyor ve artık
flütten biraz daha uzaklaştırıyor. Hayallerim, belki yaşayacağım başka bir hayata
kaldı ama bu yolda çok güzel dostluklar tadıp, hep mutlulukla, özlemle
hatırlayacağım hatıralar biriktirdim. Gene de müzikle yaşamaya devam...
11 Temmuz 2014 Cuma
Dört mevsimlik cennet: Abant
Ne zaman hayat dört bir yandan darlamaya başlasa huzur bulduğum, kendimi yenilediğim tatilleri düşünürüm. İşten, güçten, yoğunluktan unuttuğum dinlenceyi, sükuneti tekrar hatırlarım, ufacık da olsa hayata tekrar sarılırım. Bu sefer herkesin 1-2 günlüğüne sonsuz huzur bulabileceği ve çok büyük imkan gerektirmeyen bir duraktan bahsetmek istedim. O yüzden bu yazıda rotamızı yurt dışından yurt içindeki güzel noktalardan birine yöneltiyoruz: Abant.
Uzun süreli koşuşturmaların ardından
Mayıs başındaki kısa tatilimizde şöyle sakin, sessiz, huzurlu ve kafa dinlemeli
bir yere gitmek istedik. İstanbul'a ve Ankara’ya neredeyse eşit uzaklığıyla Abant için dört mevsimlik bir cennet desek herhalde yanlış olmaz.
Çok duydum ama ilk defa bu sene gidebildim ve bundan sonra da hem yakınlığı hem
de dinlendirici atmosferiyle vazgeçilmez duraklarımızdan biri olacak gibi
gözüküyor.
Abant gölü çevresinde kalınacak yerler
tabi ki mevcut ama biz vakit olarak çok geç kaldığımız için doluluk çok
fazlaydı ve kalan yerler de aşırı pahalılaşmıştı. Biz de alternatif olarak
yakın bölgelerdeki yerlere baktık. Bu vesileyle Fenerbahçe Topuk Yaylası Tesisleri ile tanışmış olduk. Hem internetteki resimleri hem de aldığı olumlu
yorumlar ile bizim de karar verme sürecimizi kısaltmış oldu. 3 günlük tatilimiz
için bu tesisi seçtik.
Abant’a 28 km uzaklıktaki tesis,
Abant’tan arabayla yaklaşık yarım saat sürüyor. Hem Fenerbahçe’nin hem de diğer
misafir takımların çalışma yaptığı bir tesis olduğu ve İstanbul’dan haftasonu gelen misafiri bol
olduğu için Abant’ı geçer geçmez yoldaki işaret tabelaları başlıyor.
Bulamamanız imkansız..
Kocaman Fenerbahçe Topuk Yaylası
Tesisleri tabelasını gördüğünüzde sizi dik bir yokuş karşılıyor. Bol dönemeçli
ağaçlarla çevrili dağ yolunu takip ediyorsunuz. Bazen yokuş yukarı bazen yokuş
aşağı. Biz ilkbaharda gittiğimiz için sadece yağmurlu durumla karşılaştık ama
kışın gidenler için bu yol kayganlık açısından biraz daha dikkat gerektirebilir. Yolda eski evleri
olan, bol yeşillikli bir köyün içinden geçiyorsunuz. Her yer ağaç olduğu için
geldik mi, nereye gidiyoruz, bu yolun sonu neresidir gibi bir his oluşsa da bir
süre sonra dümdüz bir göletle birlikte tertemiz tesis karşınıza çıkıveriyor.
Dağların, ağaçların ve sessizliğin ortasında durgun, dümdüz bir gölet; yanında
çeşitli spor dallarına hitap eden kocaman çim sahalar, arkasında da doğal ahşap
malzemeden yapılmış büyük bir tesis. Odalar temiz; zaten her daim ya çalışmaya
gelen takımlar ya da grup olarak haftasonunu değerlendirmeye gelen (özellikle)
İstanbullular olduğu için temizlik ve düzen sürekli korunuyor, öyle belli bir
sezon söz konusu değil anladığımız kadarıyla. Yarım pansiyon uygulaması var; yemekleri çok çeşitli ve gerçekten güzel.
Her gün spor yapmak istiyorum gibi bir
düşünce içerisinde değilseniz 1 hafta kalınacak bir yer değil - 2 günden sonra insanoğlu
sıkılabilir. Ama haftasonu için ya da 1-2 günlük dinlenme amaçlı seyahatler
için gerçekten tavsiye edilesi bir yer. Göl kenarında hafif yürüyüşler ya da
bahçede tavlayla çay keyfi yapabilir, dağ havasıyla sadece 1-2 günde
yenilenebilirsiniz.
E bu kadar gelmişken, üç günlük
tatilimizin bir gününü de Abant’a ayırmamak olmazdı. Sabah kahvaltısından sonra
yarım saatlik bir araba yolculuğunun ardından Abant Gölü Tabiat Parkı’na ulaştık.
Dağların arasında oluşmuş kocaman, sakin bir göl; etrafında huzurlu ağaçlar, sessizlik...
Ufak bir araştırmayla bu park hakkında biraz daha ayrıntılı bilgiye ulaşıyorum. Gölün büyüklüğü 127 hektar. Kendine özgü bir ekosistemi var. Gölün etrafında bol bol karaçam, meşe, köknar, kayın, gürgen ve ardıç ağaçları ile zengin bir bitki örtüsü mevcut. Buranın fındık faresi yöreye özel. Ayrıca gölde görülen alabalık da literatüre ayrı bir tür olarak girmiş; Salmo trutta fario var abaticus. Okuduğum kadarıyla alabalık tutmaya yılın belli zamanlarında belli bir ücret karşılığında izin veriliyor. Onun dışında spor amaçlı olarak balık tutabilirsiniz.
Gölün çevresi 7km uzunluğunda.
İsterseniz yürüyüş yapın, isterseniz bisikletle ya da faytonla gezin, ama
mutlaka şöyle bir tam tur yapın. Yürürken yorulursanız turunuza at üstünde
devam edebilir, değişik bir tecrübe yaşayabilirsiniz :)
Göl ve etrafı sizi tüm gün ağırlayacak kadar çok seçeneğe sahip. Biz biraz yağmurlu bir mevsimde gittiğimiz için sadece bir yürüyüşle göl kenarındaki bir restoranda göle karşı yemek yeme aktivitesi yapabildik. Bunun dışında piknik için çok güzel bir ortam var. Şöyle güneşli, ılık bir hava olsaydı da kalabalık arkadaş grubuyla gelip şurda tüm gün yayılıp piknik yapsaydık diye içimizden geçirmedik değil...
Kesinlikle (naçizane) tavsiye ediyorum efem. Mevsim ne olursa olsun, atlayın arabanıza şöyle 1-2 gün şehrin gürültüsünden ve stresinden uzak, huzurla ve doğa sessizliğiyle şarj olun derim.
22 Haziran 2014 Pazar
5 öneriyle Floransa'nın 'tad'ını çıkarın
Floransa’da geçirdiğim günleri düşündükçe aklıma bu şehri nedenini bilmediğim şekilde çok sevdiğim, güzel yemekler, güzel mekanlar, huzur, mutluluk geliyor. Sayıyı beşe indirmek bu sefer gerçekten de çok zor oldu ama bu beş maddecik şehre kısa zaman ayırabilecekler için maksimumda verimli olacaktır diye düşünüyorum.
1. Akşam yemeğinde Floransa
usulü biftek (bistecca fiorentina) deneyin
Floransa mutfağının ünlü yemeği olan Floransa usulü biftek bu şehre
geldiğinizde kesinlikle tatmanız gereken bir lezzet. Yeni bir şehre gittiğimde
gezip görmeyi, yerel lezzetleri tatmaktan daha çok merak ederim. Ama ne zaman ki
bir lezzet çok meşhursa o zaman da denemeden geçmemek gerek.
Floransa usulü biftek, aslen Chianina sığır etinden yapılır. Adını
Toskana bölgesindeki Chiana vadisinden alan yaklaşık 2000 yıllık geçmişe sahip
bu sığır türünün eti yumuşak ve yağsızdır. Yaklaşık iki parmak kalınlığındaki et,
kömür ateşinde pişer ve sade yenilebildiği gibi yanında sote ıspanak,
haşlanmış patates ya da fasulye ile de çok hoş bir lezzete sahip olabilir.
Bu kadar üne sahip olmasının altında yatan temel sebep tabi ki etin
kalitesi ve pişirme püf noktalarıdır. Et, kömür ateşinde pişer, öncesinde asla
tuzlanmaz ya da baharatlandırılmaz; sade olarak "az pişmiş" ya da
"orta karar pişmiş" olarak hazırlanır. Eti "well done"
sevenler için ya sonu mutlak lezzetle biten bir macera ya da keşkelerle
hatırlanacak kaçmış bir lezzet olacaktır. Tercih sizin!
Bazı restoranlar kilo ile servis yapsa da çoğu yerde porsiyon olarak da
sipariş verebilirsiniz. Masanıza gelirken tuz ve çok az taze öğütülmüş kara
biber eklenip, birkaç damla da sızma zeytinyağı dökülerek son eklemeleri
yapılır.
2. Güneşi Toskana'nın nefis şarapları eşliğinde batırın
Toskana bölgesi toprağıyla, taşıyla, güneşiyle
o kadar verimli bir yer ki, şarabı, peyniri, ekmeği her şeyi katkısızca
lezzetli. Ama en popüleri de tabi ki şarap.
Chianti şarabı, adını tahmin edileceği üzere
Toskana'nın merkez bölgesi Chianti'den alır. Sangiovese üzümlerinden yapılan bu
şarap yıllanma süresi ve içerdiği alkol oranına göre sınıflandırılır. Herhangi
bir restorana gittiğinizde bizimkilerin pet şişede su getirmesi gibi günün
saati ne olursa olsun masanıza porselen, küçük bir sürahide ev yapımı şarap
gelir. Ama tavsiyem bununla kalmayıp özellikle "wine bar" olarak
tanımlanan yıllanmış, ünlü ve özellikli şarapların sunulduğu barlarda şarap
tadımı yapmanız. Seçeceğiniz menüye göre size 3 veya 6 tane farklı şarap
geliyor. Kimisi tatlı, kimisi kokulu, kimisi çok sert ve hepsi de Toskana'da
yetişen üzümlerle üretilmiş. Her şarabı tatmadan önce eğitimli garson size o
şarabın yıllanma süresi, yetiştirildiği yer, nasıl tadılacağı ve ayırt edici
diğer özellikleri hakkında bilgi veriyor. Ve tabi ki yanında da enfes şarap
mezeleri geliyor; Toskana'da üretilen peynir çeşitleri, ev yapımı reçelle karamelize
edilmiş soğan, balla kavrulmuş ceviz...
Maalesef ülkemizde şarap çoğu zaman bira gibi
ayakta ve hızlı içilen bir içki olarak tüketilmekte. Ama sanırım biraz daha
fazla saygıyı hak ediyor. En azından bir sofrayı, bir kaç mezeyi ve yavaş
yavaş, tadına varılarak içilmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Biraz ayrıştırıcı
şekilde tatmayı öğrendiğiniz ve kendi şarap seçimlerinizi oluşturabildiğiniz
zaman bence dünyanın en keyif veren içkilerinden biri.
Biz bu aktivite için tam olarak Pitti Sarayı'nın karşısında bulunan bir wine bar'a oturmuştuk: Enoteca Pitti Gola e Cantina
Dostoevskij'nin Budala (L'idiota) romanını bitirdiği binanın hemen yanında :) Şaraplar, sunum, servis, garsonların misafirperverliği çok hoş. Tavsiyedir.
3. Akşamüzeri pikniğinizi huzurun adresi Boboli Bahçeleri'nde yapın
Boboli Bahçeleri'ni ne kadar anlatsam,
sayfalar da yazsam bitiremem sanırım. Sayısız heykel, sanat eseri, tarih vs..
Ama sanırım karşılaştığım en güzel şey tüm karmaşadan uzak mutlak bir sessizlik
ve huzur. Tavsiyem sandviçinizi, bardak termosta çay ya da şarabınızı alıp bu güzel ve
kocaman bahçeyi gezdikten sonra günü yeşillerin ortasında minik bir piknikle
sonlandırmak olacaktır. Eğer bir daha gitme fırsatım olursa sırt çantamı
doldurup tüm bir günümü Boboli Bahçeleri'nde geçirmeye hazırım!
4. Günün en sakin zamanında Ponte Vecchio'nun tadını çıkarın
Şehrin sembollerinden olan bu eski köprünün
güzelliği malum.. Her daim bir turist akını mevcut, kalabalık daimi sanki. En
iyisi şöyle sakinleyen bir saatte köprü girişindeki Caffe Pontevecchio dondurmacısından enfes bir dondurma
alıp köprüyü ağır ağır geçmek, belki ortada durup nehre vuran ışıklarla
birlikte bir fotoğraf çektirmek...
5. Kızıl çatıları gören bir terasta keyif kahvesi için
Son öneri Doğukan'dan geliyor. Kendisinin en
sevdiği anlardan biri olduğu için tavsiye edilmeye değer bulduğunu belirtti :)
Otelimizin (Hotel Pitti Palace al Ponte Vecchio) kahvaltı salonu en üst katta, terasta olduğu için her sabah şehrin güzel çatı manzarasına nazır bir şekilde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı dediğim tabi ki de Avrupa tarzında.. Bol kruvasanlı ve kahveli. Kahvaltı sonrası keyif kahvemizi de Duomo'nun kubbesine karşı içtik.
Muhtemelen kalacağınız otelin kahvaltı salonu
da binanın en üst katında, terasında ya da en azından şehrin çatılarını görebilecek
bir katta olacaktır. Eğer böyle bir imkan yoksa da erkenden kalkıp Michelangelo
Meydanı’na (Piazza Michelangelo) gidip, kahvaltıyı şehre karşı yapabilirsiniz. Bu
güzel manzaraya karşı bizim yerimize de bir bardak kahve içmeyi unutmayın!
Yazıyı bitirdikten sonra fark ettim ki ilk
paragrafta kurduğum cümleden ne kadar da tezat bir şekilde ilerlemişim... Hem ben
yemem, gezerim deyip hem de 5 maddenin hepsinde de yiyecek bir şeylerden
bahsetmiş olmam değişik ve komik olmuş :) Ama sanıyorum ne yaparsanız yapın
bu şehrin “tadına” varırken fonda mutlaka
bir yiyecek, içecek oluyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)